Cesur Yaşamak
Bir gün öleceğini bilerek yaşayan tek canlı; İNSAN.
Bu gerçeklik her zaman aynı farkındalık düzeyinde hayatımızda yer almasa da hayatta kalmaya programlı zihinlerimizin bir köşesinde daimi bir varlık gösteriyor. Böyle bakınca insanların
-“Bu dünyadan göçüp gittiğimde bana dair bir iz bırakacağım!” telaşı da son derece anlaşılabilir.
İşte tam bu noktada, kaçınılmaz son geldiğinde ne kadar aksini iddia etsek de yapıp ettiğimiz ne varsa, ölümümüzle sona ereceğini kabul ederek yapıp etmeye devam edebilmek büyük CESARET!
Tıpkı bir gün kumdan kaleler gibi kolayca yıkılabileceğini bile bile yaşamımızı adayacağımız anlamlar inşa etmek gibi. Bugün anlamlı gelen yarın anlamını yitirebilir ihtimalini cepte tutarak, şimdi ve burada anlam yaratma gayretini sürdürmek son derece cesur bir duruş!
Sanki bir marifetmişçesine;
-“Dün neysem bugün o’yum” şeklindeki ifadelerle övünen duruşa yakından baktığımızda, anlamı yitirme kaygısını bertaraf etme yolunda kurban edilmiş hayatlar görüyoruz. Biyolojik yaşantı devam ediyor, ama ZİHİN ÖLÜMÜ çoktan gerçekleşmiş!
Bir zamanlar inancın yaşamdaki anlamını sorgulamış ve o sorgunun içinde ne kadar tekinsiz hissettiğini hatırlayan parçamla, insanın daima “tutarlı” kalma telaşını da yadırgamıyorum. Sırtımı dayadığım sağlam duvar çekilmiş de kocaman bir boşlukta süzülüyormuşum gibi… Bu da yetmezmiş gibi bu hali gözleyen bir parçam, bunu deneyimlediği için “suçlu” hissediyordu. Suçluluk, korunaklı alana dönme ihtiyacını doğursa da; nezaketle ve cesaretle, içerden gelen her duyguya, düşünceye alan açma gayreti, insanın anlamını ancak bir bütün olarak keşfedebileceğini gösterdi bana. Varoluşçu filozoflardan Kierkegaard’ı okurken
-“Şüphe, imanın karşıtı değil parçasıdır” sözüyle de karşılaşınca,
Suçluluk yerini canlı bir meraka bıraktı. Ve merak da parantez içine aldığım inancıma farklı açılardan yaklaşmayı ve bu yaklaşımların içinde bir yerde daha samimi bir bağlanmayı mümkün kıldı. Korku ile cesaretin el ele olduğu bu deneyimimin, cesur yaşamak başlığının altında yeri olduğunu hissederek sizlerle paylaştım.
Bu duruşun bendeki mesleki önemine de değinmek isterim. Mesleğimin başlarında aldığım eğitimler doğrultusunda danışan karşısında “nötr” kalmam gerektiğini düşünürdüm. Benliğimi saklı tuttuğum ve bunu “marifet” sandığım. Zamanla danışanın karşısına görünmeyen bir zırhla oturmanın bir beceri olmadığını; asıl meselenin her an sempati geliştirebileceğini bile bile danışana yakınlaşmak, insan insana bir ilişki kurmak üzere seansta varlık gösterme cesaretini ortaya koymak olduğunu anladım. Bu da her seansta aşağıdaki meydan okumayı getirdi bana;
Onun için gözün dolacak, kalbin sıkışacak kadar yakın; aynı zamanda ona yardım eli uzatabilecek kadar uzak mesafede kalma cesareti gösterebilir misin?
Son olarak cesaretten bahsettiğimiz yerde romantik ilişkilere değinmesek olmaz!
Bir gün ama ölümle, ama ayrılıkla son bulacağını bile bile birine gönlünü açmak…
Ne büyük bir cesaret! “Sonsuza dek mutlu olacağız” masalına kanmadan, bir gün mutsuz olabileceğini, yolların ayrılabileceğini masada tutarak yola çıkmak. Kişiyi hiç derin bağ kurmamaya savurabilecek kadar keskin gibi bir gerçek. Öte yandan görmezden gelinmediğinde, ilişkideki her anı değerli ve anlamlı kılacak büyülü bir hakikat!