-AŞK bir Yok Oluş mu; Yeniden Doğuş mu?-
Kuramlarda boğulmak yerine deneyime davet eden ünlü düşünür Kierkegaard bile aşkla karşılaştığında, doyasıya yaşamak yerine aşkını; ulvi hedeflerine kurban etmeyi seçmişken AŞK’tan korkmalı mıyız?
“Aşka düşmek” deyimindeki gibi aşk bir yönüyle kendimizi boşluğa bırakmak gibidir.
Yuvarlandığın noktada neyle karşılaşacağını bilmeksizin bir savrulma hali. Kelimenin kök anlamının hakkını verecek şekilde, sevgilinin yaydığı göz alıcı IŞIK’la yanıp tutuşma ve ondan başka bir şey göremeyecek kadar kör olma. Bu aydınlık öyle güçlüdür öyle tutkuludur ki, kişinin kendisini görmesini bile güçleştirir. İşte bu aşama, varoluş hikayemizi tehdit eden kısmı oluşturuyor sanırım.
Ölümlü olduğunun bilincindeki tek varlık olan insan için bu bilgiyle hayata devam etmek, hiç de kolay bir iş değildir. Her an her saniye hayatta olduğumuza dair kanıtlar ararız farkında olmadan. Belli rutinler oluşturmak, bu telaşımıza bir parça su serper. Her gün aynı saatte yürüyüşe çıkarken ertesi güne uyanıp, hayata kavuşacağımıza dair bir ön kabule sahip olmak ölüm korkusunu hafifletir.
Öte yandan aşık olduğumuzda dopaminerjik sistem yani beynin ödüllendirme mekanizması devreye girer. Madde bağımlılığıyla da ilişkilendirilen bu sistemde kişi dopamini elde etmek için sürekli olarak kaynağın peşinde koşar. Yalnızca sevgilinin yanında, yöresinde olduğunda istediğini elde eden sistem rahatlar. Uzağında ise yoksunluğa benzer bir acı yaşar.
Hal böyle olunca rutinlerle bezediğimiz, “güvenli” dünyamız alt üst olur. Onunla olma gereksinimi; kişinin kendiyle kalma, ailesiyle, arkadaşlarıyla zaman geçirme ihtiyacını domine eder ve bu da kişinin kendiliğine dair ne varsa yok olma ihtimalini içinde barındırır.
Otto Rank gibi insanın bireyselleşmesini doğum; ötekiyle bir olma halini ölüm olarak değerlendirecek olursak; insan “Aşkı ölümle eşleştirmek mümkün müdür?” sorusunu düşünmeden edemiyor.
Fakat tuhaf bir durum var ki; sevgilide yok olma, doğumla birlikte anneden ayrılıp yapayalnız kaldığımız tekinsiz dünyada, yeniden başka bir canlıyla bir olmak anlamına da gelir. Bu yönüyle doğum travmasını her nevrozun başı olarak kabul edeneler için; aşık olma, anneden ayrılmanın yarattığı tahribatı onarmak için bir şifa kaynağı olarak da görülebilir. Kara sevdanın içinde anne rahmindeki gibi karanlık, sıcacık, dış dünyadan yalıtılmış bir dünya.
Kulağa demir atmaya uygun güvenli bir liman gibi gelse de benliğini inşa etmeye devam etmek isteyenler için burası yerleşime açık bir yer değildir. Bu dünyaya tek gelip tek gideceğinin farkında olan ve elindeki tek yaşama hakkını, neyle harcayacağını içsel deneyimlerine kulak vererek tayin etmek isteyen kimseler için aşk; yeniden doğuş için bir geçiş evresidir. Meftun olduğu kişiyle birlik halinin getirdiklerini de içine katarak, BİZ olmanın içinde BİR olmanın kuruluşu.
Yalnızca kendini dinlerken bile kendi sesini ayırt etmek güçken birliğin içinde kendi rengini var etmek; ip üstünde cambazlık gibidir. Her an birliğin içinde yok olma ihtimalini göğüsleyip, bir olmanın getirdiği sıcaklıktan nasiplenebilmek. Olağanüstü bir ince ayar gerektiren bu denklemde dikiş tutturmayı başarırsan da muazzam bir mükafatı vardır. Sevgiyle kuşatılmanın yarattığı güvenli alanda kendini ve çevreni keşfedebilmek. Zira öteki tarafından sevilme ve kabul görme telaşı yokken; geriye üretmek, yeni deneyimlere alan açmak için büyük bir alan kalır.
Bu tıpkı annesiyle güvenli bir şekilde bağlanan bebeğin rahatça çevresini keşfetmesine benzer. Annesinin hiçbir yere gitmeyeceğinden, ihtiyaç duyduğu her an dönüp kendisinden destek alabileceğinden emin olan bebek; artık yeni oyunlar üretebilir, yaşamı deneyimlemenin tadını çıkarabilir. Bu kuvvetli bağdan yoksun olan bebeğin zihni ise daima anne sevgisini aramakla meşgul olduğundan bırakın çevreyi keşfetmeyi; annenin eteğinden dahi uzaklaşamaz.
Romantik ilişkilerde de benzer bir senaryo hakim. Ayrılıkla tehdit etmek, günlerce küs kalmak gibi psiklojik şiddet içeren unsurların yer almadığı, karşılıklı doyum veren bir aşk; tek olmanın yarattığı tekinsizliğe karşı, kendini var etme hikayesine kalkan olur.
Bu aşamada sanırım akla gelen ilk soru;
“Aşkın yok ediciliğine kapılmadan bu nimetlerinden nasıl yararlanabiliriz?”
Anahtar kelime DENGE olabilir diye düşünüyorum. Ancak bu kavram her iki taraftan bir parça alıp statik bir biçimde sürdürmeyi tanımlamaz. Zira denge dediğimiz hal de içinde dengesizliği barındırır. Düz bir çizgide olmak dengeli olmayı değil; kalp atışı grafiğindeki gibi olsa olsa yine ölümü çağrıştırabilir.
Aşkın içinde de bazen benliğimizi kaybedecek kadar yutulduğumuzu hissettiğimiz; bazense aşkın verimli topraklarında coşup kendimizi bulduğumuz anlar olabilir. Mesele, gerekli zemin yoklamasını yapıp, özgün bir ayar verme gayretinde kalabilmek.
Bu hassas terazi, kişiye özel olduğu için maalesef standart bir kullanım kılavuzu yok. Aşkın ne kadarının benliğin yok oluşunu; ne kadarının yeniden doğuşu temsil ettiğini ancak kişinin kendisi bilebilir. Bu girift bilmecede “İnsanlar aşkı nasıl yaşıyor?” diye kopya çekerek hazır cevaplara sığınmak da elbette bir seçenek.
Ancak bu versiyonda ne özgün bir biçimde BİZ olunabilir; ne de bizin içinde otantik BİREY olarak kalınabilir.